Çile, hakikat erinin, her köşe başında sarmaş dolaş olacağı acı; fakat vefalı yoldaşıdır. Upuzun yollar onunla yeknesaklıktan kurtulur. Hayat, onunla aydınlığa kavuşur ve kişi ancak onunla yaşamanın zevk ve şuuruna erer. Çilesiz hayat monoton, o olmadan yürünen yollar renksiz ve bıktırıcı ve bu yolların garip yolcuları da yaşamadan bezmiş talihsizlerdir.
Ruh, çile ile kemale erer. Gönül, çile ile inkişaf eder. Çile görmemiş ruhlar nam, gönüller de uğursuzdur.
Çile, çalışmaya ve o yolla elde edilen şeylere kat kat değer kazandırır. Çilesiz elde edilen şeyler ise mirastan gelen mal gibidir. Gelişi emeksiz gidişi de üzüntüsüz olur. Evet, ancak, binbir ızdırapla kazanılan şeylerdir ki, muhafazası uğrunda canlar feda edilir…
Bir millet ve bir medeniyet büyük muzdariplerin ve çilekeşlerin öncülüğünde kurulmuş ise, sıhhatli, istikrarlı ve gelecek adına ümit vericidir. Aksine, hayatında bir kere olsun ağlamamış, inlememiş ve sancı çekmemişlerin elinin altında doğmuş ve gelişmişse, zayi olmaya namzet ve talihsizdir.
Dünden-bugüne, insanoğlu, yer yer çilekeşlerin müşfik ve diriltici kucaklarında, zaman zaman da tiranların zulüm ve istibdadı altında kendini buldu ve idrâk etti. Ne var ki o, var olmanın zevkine erdiği, en mutlu anlarını, başkaları için yaşayan büyük muzdariplerin ve sayası altında duydu ve tattı. Kerhanelinden kalkıp, bir meşale gibi Bâbil’e uzanan;bir güneş gibi Suriye’nin bağrında tulü eden; arkasına takıp sürüklediği kimseler için, gözünü kırpmadan cehennemî alevler içine giren ve ‘nâr-ı Nemrut’u (1) göğüsleyerek ateşte cennet cilveleri gösteren büyük muzdariplerin.. Ruhu çekilmiş ve kadavralaşmış bir millete hayat üfleyebilmek için yıllarca Mısır ve Sina arasında mekik dokuyan ve her defasında Tûr’da dolup Mısır’da boşalan;nihayet maddenin bağrına indirdiği darbelerle, suya ve toprağa ayrı bir yol, ayrı bir erkân öğreten büyük muzdariplerin.. Dünyadan başka gözleri birşey görmeyen ve bütün bütün maddeleşmiş bir toplumu özüne erdirmek ve onlara rûh-iklimine açılan yolları göstererek daha doğrusu öbür-âlem düşüncesini yeniden gönüllerde mayalamak için, çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağası hükümler kesilip biçilirken ‘hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezsem…’ diyerek hakikati haykıran.büyük muzdariplerin.. Ve nihayet gelmiş ve gelecek bütün mihnet keşlerin ızdırabını, her lâhza ruhunda yaşayan;her ân yığın yığın musibetleri göğüsleyen;her ân gerilen ve her ân kan-ter içinde, yeniden doğrulup boşalan büyük muzdariplerin…
Evet, hep böyle ızdırab gören, ızdırab düşünen ve bir mum gibi yana yana eriyip giden, bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler, hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadılar.
Âh, o aldatmayan rehberler! O özleri saf, kalbleri aydın, başları yüce şahikalar gibi heybetli ve dumanlı içlerinde binbir ızdırabın boy gezdiği yüce rehberler! Ufkumuzun karardığı, kadrimizin büküldüğü ve binbir müşkülün altında ezildiğimiz şu günlerde onlara ne kadar hasret ve ne kadar iştiyak içindeyiz!.
Her ideâl dönem, bu türlü muzdarib ve çilekeşlerin omzunda bayraklaştı ve yükseldi. Onların yerini alan gün görmemiş ızdırapsızların elinde de, yıkıldı yerle-bir oldu. iç dünyasını bütün bütün ihmâl etmiş, şehevî hislerinin esîri, gayya yolcusu ızdırabsızların elinde..
Devr-i saadet sonrasını kana-irine boğan, bu çilesiz ruhlardı. Daha sonraki devirlerde, birbirinden baskın, bütün hoyratlıkların ve azgınlıkların arkasında da, yine hep bu ızdırabsızlar vardı.. Bir kere olsun, sahib olduğu şeyler uğrunda aç susuz kalmayan;yurdunu, yuvasını terletmeyen;belli bir dönemin zaruri sarsıntılarına, sıkıntılarına mâruz kalmayan ızdırabsızlar.. Zaten hayatını, madde ve konforun levsiyatı içinde geçiren böyle ham ruhlardan hangi fedakârlık beklenebilir ki?. Fedakârlık herşeyden evvel, nefsin sefil arzularına karşı koymakla başlar ve toplumun mutluluğu adına, kendi saadet ve hazlarını unutmakla kemale erer. Yoksa her fedakârlık iddiası bir aldatmaca ve toplumun yüzüne savrulmuş bir yalandır…
Ah, şu çile bilmeyen, ızdırapdan hoşlanmayan nefsim! Rahata, rehavete müptela ve meftun nefsim! Öbür-âleme ait lezzet ve nimetleri burada yaşayıp, burada bitirmek isteyen nefsim! Kâmil insan olmayı kimseye vermeyen ve kemal yolunu bir türlü bilmeyen nefsim! ‘Bulut, dağlara, güneş buralara!’ düşüncesiyle, sefilleşen ve var olmadaki zevkli sancıyı idrak edemeyen nefsim! Bilmem ki sana, çilenin yükselticiliğini ve tenperverliğin (2) öldürücü bir zehir olduğunu anlatabilecek miyim?..
Sızıntı