Yunanlı’ya göre o, aşk ve sevda; Sezar’a göre nâm ve şöhret; Firavun’a göre iktidar ve mevkiini korumuş olmak; Kârun’a göre de yığın yığın servet ve hazinelere sahip bulunmakdır. Oysa ki, bunlardan hiçbiri, ne gerçek seadet, ne de onun vesilelerinden biridir. Hakikî mutluluğu bu yollarla arayanlar hep aldanmış ve hüsrana uğramışlardır.
Gerçek seadet, insan zihninin dağınıklık ve perişaniyetden kurtarılması, insan kalbinin İtminan ve istirahata ermesinden ibarettir. Onu, deniz kenarlarında, dağ başlarında, tenhâ koruluk ve koylarda arayanlar, hep yanılmışlardır. Vâkıa, bu türlü yollardan başkasıyla rûhunu dinlendirmesini bilmeyen avâm (1) için, bunlar da birer vesile sayılabilirler. Ama gerçek huzur ve seadet için, ne zaman ne de zemine ihtiyaç yoktur. O her yerde insanla beraber ve onun iç aydınlığına ve hür iradesine tevdi’ edilmiş mukaddes bir sevgilidir. Her insan, istediği zaman, kanatlanan ruhuyla, kalbinin sonsuz iklimlerine doğru açılıp, temâşâsına doyamayacağı âlemlere ulaşarak, özlenen mutluluğu elde edebilir. Hele, kalb hazinesi tertemiz fikirlerle donatılmış ve lebrîz (2) edilmişse.. Boece’nin dediği gibi: “Ruhunun derinliklerinde, böyle bir mihrabı olan insan ne bahtiyardır.”
Evet,mes’ûd olabilmek için, önce rûhun iyice techîz edilmesi, gönlün pâk ve şâd fikirlerle donatılması, sonra geçmişin kanatlandırıcı hatıralarıyla, geleceğin İsabetli ve ma’kul ümitlerinin yanyana mütalaâ edilmesi şartdır. Bu sayede, fenalıklara karşı mukavemet, şehevî hisleri firenleme ve yükseltici duyguları takviye ederek, yaşanan hayatın her lâhzasını faziletli kılmak mümkün olacaktır. Zaten ahlâkî hayatın yegâne düsturu da fazilettir. Aradığımız seadet ise, aslâ faziletden ayrı düşünülmeyen ve bir bakıma onun neticesi ve mükafatıdır.
Rûhu kanatlandırıp pervâz etdirecek ve kalbi dâima canlı tutacak tekşey, fazilet düşüncesi ve fazilet mücadelesidir. Fazilet düşüncesi olmadan mutluluktan bahs açmak abesdir, ma’nasızdır.
Bezmimize seadet mühürünü basan müstesnâ varlık şu hasletleriyle hem faziletli hem de mutlu idi: O, o kadar azimli ve kararlı idi ki, Yüce Yaratıcının tasvibinden geçmeyen hiç bir şeye, bütün hayatı boyunca bir kere olsun hüsn-ü kabul göstermemişti. O kadar dürüst idi kî; en ehemiyetsiz şeylerde dahi, kimseye haksızlık etmemişdi. O kadar yüce âlemlere tutkun ve o denli ulvî tecellîlere doymuş idi ki, hiç bir zaman lezzeti, fazilete tercih etmemişti. Öyle üstün bir idrâk ve kavrayışa sahip idi ki; bir kere olsun, iyiyi kötüden tefrik hususunda tereddüde düşmemişti. İnsanların fikirlerine karşı hep hürmetkâr kalmıştı; ama onlardan nasihat almaya hiç ihtiyaç hissetmemişdi. En anlaşılmaz meseleleri gayet rahatlıkla halleder; bir solukda, gaflet ve dalaletde olanları fazilet ve şerefe yükseltirdi, ifadelerinde akıl ve hikmet omuz omuzaydı; ma’kul ve doğru bildiklerinde fevkalade sebat gösterirdi. O kadar müttakî idi ki;’ tavır ve davranışlarındaki berraklık, muamelesindeki yumuşaklık ve duruluk, melekleri gıbtaya sevkedecek kadar zarifdi. Böbürlenmeler, fahirlenmeler, bir kerecik olsun, onun yakıcı ve eritici ikliminde görünme imkânını bulamamışlardı. Şahsiyle alâkalı bütün ayıplamalara karşı mukabele etmeksizin, tahammül eder ve insanları suçlamakdan fevkalade uzak bulunurdu. Korkaklık semtine sokulamamış, vesvese ve tereddütlerle hiç mi hiç tanışmamıştı. Kavim ve kabilesi karşısında nasıl yılgınlık göstermemişse, topyekün dünya ile hesaplaşdığı zaman da, aynı şekilde polat gibi olmasını bilmişdi. Odası, yatağı, elbisesi ve yiyeceği şeyler gayet sade ve en fakirlere yaraşır seviyede idi. Ve O, içinde yaşadığı toplumun her hangi bir ferdi görünümünde idi. Dostluğunda menendi olmayacak kadar sebatkâr ve muhkem, vefasında herkesi minnet altında bırakacak kadar civanmert idi…
O, bunlarla serfiraz (3) ve faziletliydi. Faziletli olduğu kadar da, gönlü huzur içinde ve mutluydu.
Onun vicdanı kadar saf ve duru bir vicdana sahip olmak için, faziletin rükünleri sayılan bu şeylerde, O’nu örnek almak ve ruhumuzun rengini aksettiren bu düşüncelerin, kirlenip bozulmasına meydan vermemek lâzımdır.
Evet, bu türlü yüce hasletlerin hepsine sahip çıkmak bizi faziletli kılacak, dolayısıyle de bizlere gerçek mutluluğun kapılarını açacakdır. Aksine, bu vâdîde gösterilecek herhangi bir kusur ise, fazilet dünyamızda meydana gelmiş bir yırtık, dolayısıyle de seadetimizi bulandıran bir keyfiyet olacakdır. Nasıl ki suyu, saf ve temiz tutmanın tek çaresi, onun içine bir şey atmamak ve bulandırıcı şeylerden uzak bulundurmakdır. Öyle de, rûhun huzur ve mutluluğu, bir ân olsun onu, faziletden mahrum bırakmamağa bağlıdır.
Seadet ve faziletin, tek hakikatin iki yüzünden ibaret, bir vahit olduğunu önümüzdeki sayılarda belirtmeğe çalışacağız.