Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin yüz yıllar öncesinden yaptığı ”Gel ne olursan ol yine gel” çağrısı, günümüzde de etkisini sürdürüyor.
Türk ve İslam aleminin yetiştirdiği en büyük mutasavvıflardan Mevlana Celaleddin Rumi, 738. ölüm yıl dönümünde şiir, sema ve müzikle harmanlanmış ”Şeb-i Arus” töreninde, farklı din, dil, ırk ve mezhepten insanları bir araya getirmeye devam ediyor.
Bugün farklı dillere çevrilmiş birçok eseri bulunan Mevlana, her yıl Aralık ayında düzenlenen programlarda, çeşitli etkinliklerle anılıyor.
Yarın akşam Şeb-i Arus programı Mevlana Kültür Merkezi’nde Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Genel Sanat Yönetmeni Ahmet Özhan’ın vereceği Türk Tasavvuf Müziği konseri ile başlayacak.
Ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu üyeleri de sema gösterisi gerçekleştirecek. Sema gösterileri tasavvuf müziği eşliğinde 4 bölüm halinde gerçekleştirilecek.
Bugün kitapları ve hakkında yazılan eserleri birçok dile çevrilen, verdiği mesajları ile farklı dine mensup insanları bir araya getiren Mevlana, her yıl Aralık ayında düzenlenen anma törenlerinde dünyanın dört bir tarafından gelen farklı din, dil, ırk ve mezhepteki insanlar tarafından anılıyor.
Mevlana, daha çok törenlerde gerçekleştirilen ve Mevlana ismiyle adeta özdeşleşen sema törenleriyle biliniyor.
Mevlevilik deyince ilk akla gelen sema, sözlük manası işitmek. Terim olarak, musiki nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir.
Sema, sembolik olarak, kainatın oluşumunu, insanın alemde dirilişini, yüce yaratıcıya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip ”İnsan-ı Kamil” e doğru yönelişini ifade ediyor.
Mutrıb ve semazenlerin şeyh postunu selamlayıp, semahanede yerlerini almalarından sonra postnişin, semahaneye girer, mutrıb ve semazenleri selamlayıp posta oturur. Sema töreni, Na’t-ı Şerif’le başlar. Na’t-ı Şerif kainatın yaratılmasına vesile olan Hazreti Muhammed’i öven, Mevlana’nın bir şiiridir.
Ardından postnişin ve semazenler, sema meydanında sağdan sola doğru dairevi bir yürüyüşe başlarlar. Sema meydanını üç kez dolaşmaktan ibaret olan bu yürüyüşe ”Devr-i Veledi” denir.
Sema Mevlevilik geleneğine göre okunan Kuran-ı Kerim ve dua ile sona erer.
***
Evrensel sevgi anlayışı, insanlığa verdiği mesajları ve tasavvufa katkılarıyla ariflerin gönüllerinde 750 yıldan bu yana yaşayan Mevlana, tüm dünyaya iyilik ve sevgi mesajları vermeye devam ediyor.
Selçuk Üniversitesi Mevlana Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Yrd. Doç. Dr. Nuri Şimşekler, ölümünün 738. yılında çeşitli etkinliklerle anılan Mevlana Celaleddin Rumi’nin, düşünceleri hakkında AA muhabirinin sorularını yanıtladı.
Şimşekler, ”Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözüyle doğruluk ve dürüstlük ilkesini yalın bir anlatımla açıklayan Mevlana Celaleddin Rumi, din, dil, ırk ayrımı yapmadan tüm insanlığa kucak açmış, ilkeleri ve felsefesiyle 750 yıldan bu yana Mevleviliğin yaşatılmasına neden olmuştur” dedi.
Mevlana’nın yaşadığı dönemde başta Anadolu olmak üzere, Orta Asya, İran, Pakistan ve Hindistan bölgesinde tanındığını anlatan Şimşekler, şiirlerinin Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’ya gelen tüccarlar ve ilim erbabı tarafından kendi yörelerine götürüldüğünü ve oldukça beğenildiğini söyledi.
Bunun temel sebeplerinden ilk ikisinin, eserlerinde işlediği bazen Firavun, bazen Musa olan, bazen güzel işler yapıp melekleri bile kıskandıran, bazen de yaptığı kötü işlerden şeytanı bile korkutan insanın, adeta bir mühendis gibi Mevlana tarafından incelenmesi ve okuyucunun önüne serilmesi olduğunu ifade eden Şimşekler, insanların okudukları bu şiirlerde kendilerini gözlemlediklerini ve tarttıklarını, ikinci temel sebebin ise anılan bölgelerde Farsça’nın yaygın bir şekilde edebiyat dili olarak kullanılması ve geniş kitleler tarafından bilinmesi olduğunu dile getirdi.
İnsanların, Anadolu’dan yazılıp kendi coğrafyalarına kadar ulaşan bu şiirleri zorluk çekmeden okuyup anlayabildiklerini vurgulayan Şimşekler, Mevlana’nın batıda tanınmasının ise daha çok İstanbul’da 1491 yılında kurulan Galata Mevlevihanesi’ni ziyaret eden batılı seyyahların mektupları ve ülkelerine dönüşlerinde yazdıkları seyahatnameler vesilesiyle olduğunu hatırlatarak, şunları söyledi:
”16. yüzyıldan itibaren İstanbul’a gelen seyyahlar mutlaka Galata Mevlevihanesi’ne götürülür ve burada ayin-i şerif (sema) seyrederler, sonrasında Mevlevihanenin şeyhi ile sohbetler eder, semanın dini anlamını ve Mevlana’nın eserlerindeki fikirleri dinler, hayranlıklarını da yazılarına aktarırlardı. Bu seyahatnamelerle 17. yüzyıldan itibaren Batıdaki ansiklopedilere giren şiirlerinden Latince, Almanca, Fransızca’ya çeviriler yapılan Mevlana, evrensel fikirleriyle gün geçtikçe Batılıların daha da ilgisini çekmeye başlamış. 19. yüzyıldan itibaren ise eserleri daha kapsamlı olarak tercüme edilmiştir. Bu dönemlerde semadan daha çok Hazreti Mevlana’nın fikirleri ön plandadır. 1900’lü yılların başında Mevlana’nın ölümsüz eseri Mesnevi’nin, İngiltere’de tam metin olarak İngilizceye çevrilmesiyle birlikte artık Mevlana sadece Avrupa’da değil Amerika’da da tanınmaya başlar. İnsanca yaşamanın adeta bir ‘el kitabı’ olan bu büyük eser, daha geniş kitlere yayılmaya başlar. Artık Mevlana ile özdeşleşen sema da dünyaca yavaş yavaş tanınmaya başlar ve Mevlana ile birlikte Mevlevilik inancı da ilgi görür.”
Maddi doygunluk, manevi açlığı getirdi-
”Peki günümüz modern dünyası Hazreti Mevlana’da ne buluyor da onun şiirlerinden ve Mesnevi’sinin çevirisinden oluşan eserler en çok satan kitaplar listesinde yer alıyor” diyen Şimşekler, bunun çok yönlü incelenmesi ve anlatılmaya çalışılması gerektiğini kaydederek, şöyle devam etti:
”Ana hatlarıyla belirtirsek şu sonuçlara ulaşmak mümkündür. Günümüz çağdaş dünya insanı teknolojik açıdan hızla ilerlerken, maddenin her bir zerresini, evrenin her bir köşesini keşfederken kendini ihmal etmiş, bedenini ve nefsini doyururken gönlünü aç bırakmıştır. Her türlü maddi imkanlar gün gelmiş insanları mutlu etmez olmuş ve açlıklarını gidermek için Mevlevilik, Budizm, Hinduizm ve Kabalizm gibi inanç sistemlerine yönelmeye başlamışlardır. Bu inanç sistemleri Amerika’da en fazla ilgi görenleridir. Ancak dindar diyebileceğimiz bir Hristiyan, Mevlana’nın eserlerinde Hazreti İsa’yı övgü dolu sözlerle okuyunca, bir Yahudi bu eserlerde Hazreti Musa’yı daha iyi tanımaya başlayınca doğal olarak Hazreti Mevlana’ya karşı bir sempati beslemekte ve daha iyi okuyunca onun İslamiyet’i sevdirerek anlattığına şahit olarak, dinini değiştirip İslam’ı bile seçmektedir. Günümüzde hidayete eren bu insanların sayısı oldukça fazladır.
Burada şunu da belirteyim ki Hazreti Mevlana’nın Mesnevisi’ne istatistiki açıdan bakarsanız Hazreti İsa ve Hazreti Musa’ya yapılan atıfların toplamı Hazreti Muhammed’e yapılandan fazladır. Yine büyük güç olarak adlandırabileceğimiz Batılılar, özellikle son yarım yüzyılda kendi imkanlarıyla da yetinmeyip, doyamayıp başka ülkelerin maddi zenginliklerine göz dikmişlerdir. Tabi bu da savaşları doğurmuş ve ilgili ilgisiz tüm dünya insanları gerek kan dökülerek gerekse de ekonomik kriz ya da ambargolarla etkilenmiştir. Bu olaylara siyasetten uzak, objektif bir gözle bakmaya çalışan bazı Batılılar Mevlana’nın birlik, beraberlik, hoşgörü ve barış fikirlerini içeren dizelerine hayran olmakta. Yine Mevlana’nın, ‘Hepimiz biriz, Bir’den gelmişiz. Niye bu kavgalar, savaşlar… Hepimiz aynı kervanın yolcusu, aynı kökten türeyen ağacın dallarıyız. Niye itişme kakışma?’ gibi beyitleri barışa susamış Batılının dikkatini çekmektedir. Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki Batı son yıllarda ‘Top Secret’ tarzı gizemli ve sır dolu fikir ve görüşlere, ‘yaşam koçu’ gibi insanı doğru yönlendirecek ‘şeyh’ ve ‘guru’lara oldukça ilgi göstermektedir. Hazreti Mevlana’nın eserlerinde sıkça geçen bu ifadeler de Batılıların Hazreti Mevlana’ya olan ilgisini artırmaktadır.”
***
Ölümünün üzerinden 738 yıl geçmiş olmasına rağmen Mevlana Celaleddini Rumi’nin düşünceleri sadece Anadolu insanı tarafından değil, dünyanın bir çok bölgesindeki insanların ilgi odağında.
Anadolu’da tasavvufun önde gelen temsilcisi olan Mevlana, 13. yüzyılda yaydığı sevgi ve aşk felsefesiyle Anadolu insanı tarafından büyük bir sevgi ve saygıyla benimsenmiştir.
Temelinde ‘aşk’ olan Mevlana felsefesine göre Allah’a ulaşmak için gerekli olan en önemli şey ”aşk”tır. Tüm insanlığa derin bir sevgi besleyen Mevlana, ”İnsan bir hamur teknesi boyundadır ama her şeyden, her varlıktan yücedir” sözüyle insan sevgisini bir aşka, tutkuya dönüştürmüş, evrensel bir sevgi anlayışıyla hareket ederek din, dil, ırk ayrımı yapmadan tüm insanları kapsayan bir sevgiyle hareket etmiştir. Öğrencileri arasında Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar, Rumlar, İranlılar, Araplar, Ermeniler ve Türkler’in bulunması da bu hareketinin en önemli göstergesi olan Mevlana, tüm dinleri bir görerek, dinlerarası ayrılığın Tanrı ile bağdaşmayacağını düşünmüştü.
En önemli eserlerinden olan Mesnevi’de insanların çeşitli özelliklerine göre ayrılmalarının anlamsız olduğuna dikkat çeken Mevlana, çekişmelerin ve kavgaların bitmesiyle insanların birleşeceğini ifade etmiştir.
Mevlana Celaleddini Rumi, ”Gel ne olursan ol gel. İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar, ister bin kez tövbeni bozmuş ol, bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil, gel ne olursan ol gel” diyerek, insanlığa yüzyıllar ışık saçan bu sözleriyle her türlü ayrımı ortadan kaldırarak, insanlık tarihinde ünlü bir düşünür olarak yerini almıştır.
700 yıldan bu yana felsefesi unutulmayan ve kaybolmayan Mevlana’nın görüşleri, Mesneviliğe gönül veren insanlar tarafındandan da yaşatılmaya çalışılmaktadır.
-Mevlana’nın Hayatı-
Yüzlerce yıldır bıraktığı felsefi mirasla insanlığa yol gösteren Mevlana Celaleddin-i Rumi, 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresindeki Belh şehrinde dünyaya geldi.
Mevlana’nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden ve ”Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled, annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.
Siyasi olaylar ve yaklaşan Moğol istilası nedeniyle Belh’ten ayrılmak zorunda kalan Bahaeddin Veled, 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’ten ayrılmış ve burdan sonraki ilk durağı Nişabur olmuştur.
Nişabur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Feridüddin Attar’ın ilgisini çeken ve takdirlerini kazanan Mevlana’nın ailesi, daha sonra sırasıyla Bağdat’a ve ardından Küfe yolu ile Kabe’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam’a uğrayan Bahaeddin Veled, Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Karaman’a geldi ve Subaşı Emir Musa’nın yaptırdığı medreseye yerleşti.
1222 yılında Karaman’a gelen ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlana, 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlana’nın Sultan Veled ve Alaeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlana, bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı.
Mevlana’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolu’nun büyük bir kısmı Selçuklu devletinin egemenliği altındaydı. Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubad, Mevlana’nın babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul ederek, 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile Konya’ya geldi. Sultan Alaeddin onu törenle karşıladı ve ikametgah olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni tahsis etti.
Sultanü’l-Ulema, 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlana Dergahı’ndaki bugünkü yerine defnedildi.
-Babasının ölümünden sonra Mevlana-
Babasının vasiyeti, Sultanın buyruğu ve müritlerin ısrarlı ricaları sonucu babasının yerine geçen Mevlana, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik tarafından o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından imtihan edildi.
Gösterdiği başarıdan sonra ”Bilgide eşin yok, gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi, sen kal ehlisin (söz adamı). Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman güneş gibi alemi aydınlatabilirsin” uyarısında bulunuldu.Bunun üzerine uyarıyı yapan Burhaneddin Muhakkik Tirmizi’ye 9 yıl boyunca müritlik etti, ”seyr-ü sülük” denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya’da hocası Tirmizi’nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı ve riyazete (her tür perhiz) başladı.
-Hz.Mevlananin Yedi öğüdü-
1.Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
2.Şevkat ve merhamette güneş gibi ol
3.Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
4.Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
5.Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
6.Hoşgörürlükte deniz gibi ol
7.Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol
-Mevlana ve Tebrizli Şems-
Mevlana ve Şems arasındaki aşkı, tüm insanlığa örnek teşkil edecek ilahi bir aşkın simgesi haline gelmiştir. Birçok araştırmaya da konu olan bu aşk, aslında iki insanın birbirlerinin gönüllerindeki Allah aşkını yaşatması olarak da nitelendirilir.
Nitekim Mevlana, bu aşk konusunda ”Dilberler aşıkları, canla başla ararlar. Bütün maşuklar, aşıklara avlanmışlardır. Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da. Susuzlar alemde su ararlar fakat su da cihanda susuzları arar” sözünü söylemiştir.
-İlk karşılaşma-
Tebrizli Şems, 1244’te Konya’nın ünlü Şeker Tacirleri Hanı’na (Şeker Furuşan) siyah kıyafetler giyinmiş bir gezgin olarak geldi.
Mevlana’yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken bulan Tebrizli Şems, atının dizginlerini tutarak Mevlana’ya ”Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?” diye sorar.
Mevlana, yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırarak, ”Bu nasıl sorudur? O ki peygamberlerin sonuncusudur, Onun yanında Bayezit’in sözü mü olur?” dedi.
Bunun üzerine Tebrizli Şems, ”Neden Muhammed ‘kalbim paslanır da bu yüzden Rabb’ime günde yetmiş kez istiğfar ederim’ diyor. Bayezit ‘kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah’tan başka varlık yok’ diyor. Buna ne dersin?” şeklinde bir başka soru sorar Mevlana’ya.
Mevlana ise o büyük dostluğu başlatan şu yanıtı verir Tebrizli Şems’e: ”Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı. Onun için böyle konuştu.”
Bu sözler karşısında Şems, aradığını bulmanın sevinciyle Mevlana ile kucaklaştı. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri ”Merec-el Bahreyn” (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Bu karşılaşmanın ardından Mevlana’nın müritlerinden olan Selahaddin Zerkub’un medresedeki odasına giden Şems ve Mevlana, bazı kaynaklara göre 40 gün, bazı kaynaklara göre ise 6 ay süren bir halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) yaşadılar.
Bu birliktelik Mevlana’nın yaşamında büyük bir değişime neden olurken, ”Senden başka başım varsa yok olsun. Sensiz yaşarsam varlığımı yak. Kabe’de de sevgilim sensin, kilisede de”, ”Aşkımın ateşleri Arş’ı da geçti, ferşi de. Bu ateş içinde Şemseddin’in yüzünü gizleyemiyorum” diyen Mevlana, tüm zamanını ve uğraşını Tebrizli Şems’e ayırmıştı.
Bu durumun ilerlemesiyle ölüm tehditleri almaya başlayan Şems, bir gece habersizce Konya’yı terk etti (1245). Tebrizli Şems’in gidişinden son derece etkilenen Mevlana’nın bu durumuna üzülen yakınlarının ısrarları sonucu tekrar dönen Şems, yeniden eleştirilere maruz kalınca, ”Bu sefer öyle bir gideceğim ki nerde olduğumu kimse bilmeyecek ” diyerek, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu. Bazı kaynaklarda aralarında Mevlana’nın oğlu Alaeddin’in de bulunduğu bir grup tarafından Şemsi Tebrizi’nin öldürüldüğü belirtilir.
-ETME-
Şems’in gidişinin ardından Mevlana, O’na şu ünlü şiirini yazmıştır:
Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kast ediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kast ediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahfediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme
-Selahattin Zerküb ve Hüsamettin Çelebi-
Bu ayrılığın ardından Mevlana, kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb’u seçti. Erdem sahibi ancak okuma-yazması olmayan Selahattin, 1258 yılında hayatını kaybetti. Selahattin’in ölümünden sonra yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Beraberlikleri Mevlana’nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.
İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi, Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Mesnevi 25700 beyitten oluşan 6 ciltlik Mesnevi’de, tasavvuf öğretisi birbirinden çıkan ilgi çekici öykülerle anlatılmış ve tasavvuf ilkeleri açıklanmıştır.
-Mevlana Celaleddin Rumi değişimin önemini su sözlerle ifade etmiştir:
”Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Bulanmadan donmadan akmak ne hoş,
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar laf varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
-Şeb-i Arus-
17 Aralık 1273’te hayatını kaybeden Mevlana Celaleddin Rumi’nin öldüğü gün, düğün gecesi anlamına gelen ve sevgilisi olan Rabb’ine kavuşma günü olduğu için Şeb-i Arus olarak anılır.
Yaşamını ”Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlana, ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlana ölüm gününe ”düğün günü” veya ”gelin gecesi” manasına gelen ”Şeb-i Arus” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ”ah-ah, vah-vah edip ağlamayın” diyerek vasiyet ediyordu
”Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” diyen Mevlana, bir gazelinde, ”Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma… Benim için ağlama, yazık, vah vah deme, Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman eyvah demenin sırasıdır, Cenazemi gördüğün zaman firak, ayrılık deme, Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır. Beni toprağa verdikleri zaman, elveda elveda demeye kalkışma, Mezar, cennet topluluğunun perdesidir. Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi? Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun? Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf’u ne diye kuyuda feryad etsin? Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zira senin Hayyu Hu’yun, mekansızlık aleminin fezasındadır” demiştir.
-Mevlana’nın vasiyeti-
”Ben size, gizli ve aleni, Allah’tan korkmanızı az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline selam olsun.”
-Eserleri-
Mesnevi: Mesnevi klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne Mesnevi adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi. Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de, ”Mesnevi” denildiği zaman akla ”Mevlana” gelmektedir. Mesnevi’nin dili Farsça’dır. Halen Mevlana Müzesi’nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25618 dir.
Divan-ı Kebir: Divan şairlerinin şiirlerini topladıkları deftere denir. Mevlana’nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Divan-ı Kebir’in dili Farsça’dır. Ancak, içinde Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer verilmiştir. Divan-ı Kebir’in beyit sayısı 40000’i aşmaktadır.
Mektubat: Mevlana’nın başta Selçuklu hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlana bu mektuplarında, edebi mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır.
Fihi Ma Fih: Fihi Ma Fih ”Ne varsa içindedir” manasına gelmektedir. Bu eser Mevlana’nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetleri içermektedir. Bunların oğlu Sultan Veled tarafından bir kitapta toplandığı sanılmaktadır. Eser 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane’ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da değinilmiştir. Bu nedenle bu eser tarihi açıdan da büyük bir önem taşımaktadır.
Mecalis-i Seb’a (Yedi Meclis): Mevlana’nın yedi meclisinin, yedi vaazının toplanmasından meydana gelmiştir. Mevlana’nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır